UÇAKTA VERİLMEYEN GAZETELER VE PARİS’TE BİR ÖĞLE VAKTİ
Önceki gün uçakta yaşadıklarım sıcağı sıcağına farkedilmiyor...
Aslında tarihte olmuş önemli olayları yaşayanların çok azı onu yaşarlarken gerçek değerinde farkedebildiler...
Yaşadığımız şu anı, Türkiye’nin objektif tarihi nasıl yazacak acaba?..
Bilemiyorum...
Ama bildiğim bir şey var...
Bundan çok değil, beş yıl önce, birileri “bir Türk Hava Yolları uçağına Vatan, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Radikal, Posta gazetelerinin alınmayacağını söylese” söyleyenin aklından zoru var derdik...
Ama oldu işte...
Yaşandı bir kere...
Alınmadı o gazeteler Türk Hava Yolları’nın uçaklarına...
Tarihe kaydı düştü bir kere bu olayın...
***
O gazeteler, sahipleri kim olursa olsun Türkiye’de bir yaşam biçiminin sembolüdürler...
Cumhuriyet, Radikal ulusal çizgide bir gazetedir...
Radikal pek öyle değildir, hatta biraz Cumhuriyet’in karşıtıdır denilebilir...
Daha liberal, daha özgürlükçü, daha demokrat ve devlete daha uzak bir çizgide yayın yapar...
Posta halkçı, Hürriyet devletçi, Milliyet Avrupa’cıdır...
Vatan bazen ulusalcı, bazen demokrat bazen liberal, çoğu zaman ise her zaman iktidarlara daha bir muhalif, dinamik bir gazete hüviyetindedir...
Bunların her biri elbet Sabah’la, Taraf’la, Yeni Şafak’la, Vakit’le, Zaman’la, Akşam’la bir Türkiye tablosunu tamamlarlar...
17 Ekim 2008 bu tablonun Türkiye’de artık kolay kolay yaşanmayacağını gösteren resmin çekildiği gündür...
Tarih bunu böyle kaydedecektir...
***
Paris’e gelirken uçakta karşılaştım bu olayla...
Dün öğleden sonra Paris’te muhteşem bir sonbahar güneşi vardı...
Seine Nehri’nin üzerinde bir kafede oturdum...
Invalid yakınlarında Eyfel’den çıkan turistlerin, nehir turu yapmaya niyetli yabancıların geldiği bir kafeydi...
Sevgilisini koluna takan, çoluğunu çocuğunu getiren, ailecek alışverişten çıkanlarla tıklım tıklımdı...
İrlandalı iki çift gözüme çarptı, iki çocuklu İskandinav bir aile, dört kişilik kızlı erkekli bir Rus grup, Yunanlı bir aile ve toplam 6 çocuğu alıp, Seine Nehri üzerinde piknik keyfi yapan iki Fransız anne gözüme çarptı...
Herkes cappuccino, bira, fanta, cola veya şarap içiyor, keyifli keyifli yemeğini yiyordu...
***
Bir an düşündüm ki hiçbirinin gündeminde, “burada da bira içilir mi şarap servis edilir mi , öyle giyinilir mi, böyle baş açılır mı, şöyle kapatılır mı, mini olmalı mı, blue jean arkadan vücut hatlarını çıkarıyor mu?” gibi sorular yoktur...
Farkettim ki hiçbiri, böyle soruların yirmi dört saat konuşulduğu bir ülkenin olduğunun da farkında değildir...
Eğlencelerinde ve keyiflerindeler onlar...
Çocuklarına Eyfel’i gösteriyorlar, Seine Nehri’nin üzerinde piknik yapıyorlar, açık beyaz şarapların eşliğinde somon balığı ve pilav yiyorlar, cappuccino içiyorlar...
***
Paris renk renk insan dolu...
Kaykay yapan gençler, Seine Nehri kenarında bisiklete binen Fransızlar, spor yapan her milletten insanlar, öğle güneşinde kafelere doluşan ehl-i keyfler ve yarattıkları renk cümbüşünün ortasında Paris’e hayat veren İrlandalılar, Yunanlılar, Ruslar, İskandinavlar...
Paris, güneşli ve huzurlu bir Ekim Cumartesi’si yaşıyordu...
Bense huzursuzdum...
Paris çok uzaktı benden...
30 yıl önce bu şehire ilk geldiğimde, bizde kahve bulunmazdı, viski, dolar, frank, Marlboro bulunmazdı...
Ne kadar pırıltılı ve ışıltılı gelmişti bana Paris...
Şimdi bizde hepsi var...
Ama şimdi, gazeteler bulunmaz oldu bizde...
İştahım kaçtı...
Hiçbir şey yemek ve içmek istemedi canım...
Plastik bir şişe su aldım...
Onunla oyalandım...
Zaten kalktığımda yeterince sarhoş olmuştum!..
Reha Muhtar-Vatan