Bu mektubu deneyimli bir kabin amiri yazmış. İsmi bizde saklı… Çünkü 29 Mayıs günü piyango ona vurmadığı için şu anda uçuşta… Ama aklı da işten çıkarılan arkadaşında... Ve yazdığı satırlarla onların tamamının sesi olmuş. Yıllardır hizmet verdiği yolculara hitaben derdini dökmüş görülse de, sitem aslında başkalarına... Sizi "kabinin mektubuyla" baş başa bırakıyoruz...
“Ey yolcu,
Yorumlara bakıyorum da ne kadar az sevenimiz varmış!
“Uçakta iki çay verip dünyayı gezen, üstelik beşbin lira maaşı beğenmeyen!”, “yediği kaba tüküren”, “hadsiz” çalışanlara karşı, kendini ifade etme özgürlüğü güzel ama, kul hakkına dil uzatırken en azından karşındakini tanımanı isterdim.
Sen uçağa geldiğinde ilk beni görürsün, suratımda bir gülümsemeyle sana bakarken. Ben sana baktığımda ise yürüyüşünden korktuğunu, teninin renginden hasta olduğunu, konuşmandan sorunlu olduğunu, bagajının şeklinden tehlikeli olduğunu görürüm.
Sen keyifle oturup yemeğini yerken uçuşta, ben arka tuvalette başlayacak yangının dumanının bir dakika içinde kokpite ulaşıp kaptanların görüşünü engelleyeceğini bilir, kırkbin volta dayanan baltamla korkmadan parçalarım uçağın panellerini ve çarpılmadan söndürürüm yangını, nerede olursa olsun.
Okyanusun üstünde bir doğum başlarsa aniden, ilk sırada steril bir doğumhane oluşturur bebeğin göbek bağını tam da yerinden bağlarım. Yolcu kalp krizi geçirse, hatta ölse bile, şok aletini kaptığım gibi başlarım kalp masajına tereddüt bile etmeden. Belki bir doktor değilim ama o hiç kimsenin olmadığı gökyüzünde elindeki tek şans olarak eğitildim ben.
Şekeri yükselip komaya giren birine şeker versem bile yanlışlıkla, komada bir hafta kalabileceğini, ama şekersizliğin birkaç saat içinde öldürebileceğini bilirim. Boğazına bir şey kaçıp da nefes alamayan insanın sırtına vuran milyonların yaşadığı bir ülkede bunun ne kadar yanlış olduğunu ve dünyada bunu yapan tek ülke olduğumuzu ben ve kaderimizi paylaştığımız binlerce arkadaşım iyi biliyor.
Doğal olarak sen "heimlich manevrasının" ne olduğunu, ya da bir yangının hangi sınıfa girdiğini ve neyle müdahale edileceğini bilemezsin. Benim % 100 bilmekle sorumlu olduğum ders kitaplarımda kenelerin insanlara sürü halinde saldırdığı, timsahlardan nasıl korunabileceği yazar. Ben çölün ortasında yardımın gelmesini beklerken, 3 günde susuzluktan öleceğimi, gerekirse senin idrarını nasıl damıtıp içebileceğimi, buz gibi okyanusta nasil durursan soğuktan en az etkileneceğini, yağmur ormanlarında renklerine göre zehirli hayvan ve bitkileri nasıl ayırabileceğimi, sana hangisini yedirebileceğimi biliyorum da, sen acaba o uçağa bir şey olduğunda yaşaman için benim seni 90 saniyede dışarı çıkarmam gerektiğini ve bunu sağlayabilmek için senelerce uygulamalı derslerde nasıl çalıştığımı biliyor musun?
Hayatında hiç bomba görmedin kuşkusuz! Ben kokusundan ve şeklinden nasıl olduğunu bilir, bomba uzmanının uzaktan yardımı ile onu etkisiz hale getirebilecekken yazdığın yorumda demişsin ki: "Ne iş yapıyorlar ki o kadar para alıyorlar?" Umarım şimdi anlamışsındır işimin ne olduğunu.
Bir de "alkolik" demişsin benim için, sebebini anlamadım ama! Evet sana sunduğum şarabın üzümünün hangi tarihte hangi ülkede toplandığını, hangi iklimde daha iyi verim alındığını, votkanın hangi fıçıda bekletildiğini, kaç kere distile edildiğinde ne tat aldığını, malt ile scothc whisky arasındaki farkı bilir, sen "bana bir kokteyl öner!" dediğinde, ellerimle hazırlayabilirim birçoğunu. Ayrıca sen bana "skoc on di rok olsun, ama buzsuz olsun" dediğinde, suratımda hiçbir kası oynatmadan sana güler, buzsuz whiskini ayni nezaketle sunar, havada içilen bir bardak alkolün normalde içtiğin üç bardağa bedel olduğunu bilirim. Ama bu beni alkolik yapmaz.
Ben kabinde yakın dövüş için eğitildim, nerene baskı uygularsam seni hareketsiz bırakır ya da bayıltabileceğimi bilirim, 60 saniyede seni kelepçeler koltuğa sabitlerim. Ama sarhoş bir yolcu beni tekme tokat dövüp yumrukladığında elimi bile kaldırmadım ona. Açılan davada bana avukat bile vermedi şirketim. Türkiye'de havacılık kanunları olmadığı ve denizcilik kanunlarına tabii olduğumuz için bir ay bile yatmadı o yolcu. Sen şakadan da olsa "uçağı kaçırıyorum" desen 15 yıl yersin ama beni öldüresiye dövsen ya da taciz etsen bir ay bile sürmez çıkman, hem de yine bilet alıp yine gelirsin ayni uçağa, ben orada savunmasızken. Benim iş kanunumu yıllardır çıkarmayan meclis iki günde grev hakkımı yasaklayan kanunu yürürlüğe koydu! Bunu biliyor muydun?
Şimdi sana tekrar soruyorum ey yolcu.
Bilir misin ki ben Ankara'yı sis basıp da eve dönemediğimde, o gece beni istemeye gelen kayınvalideme kahveyi kardeşim yaptı. Ben otelde ağlarken, iç savaş var diye otelden çıkamadığım Nijerya'da uçağa giderken arabamıza ateş açıldı, 3 kurşun isabet etti. Birçok seferde içinde olduğum uçak kaçırılmaya çalışıldı, bir keresinde yapılan müdahalede kurşun kaptanımın sol omuzu üstünden uçağın göstergesine saplandı. Bişkek'te odamda uyurken ayaklanma çıktı, kaldığım oteli yaktılar. Üniformamı çantamı çaldılar, Capetown'da 3 gün önce bir turistin öldürüldüğü sokakta sırf hava karardı diye mahsur kaldım saatlerce. Amerika'da sırf ırkçılık yüzünden bir markette tutuklandım. Kimsenin bilmediği bir Afrika sokağında tecavüz edildi. Amerika’da ikiz kuleler yıkıldığında ülkeme dönemedim günlerce. O sırada çocuğum hastanedeydi, yanında olamadım, kocam trafik kazası geçirdiğinde Avrupa'da yanardağ patlamıştı, 3 saat sonra evimde olacakken altı gün sonra, anca taburcu olmasına yetişebildim. Miami’de tayfun çıkıp ben sığınakta korkudan titrerken, evde annem kalp krizi geçirdi, sırf üzülmeyeyim diye bana söylemediler bile...
Benim çocuğum bir yaşında öğrendi üniformanın ayrılık demek olduğunu. Ne zaman giysem ağladı, anne gitme diye. Küçükken getirdiğim hediyelere kandı bir süre. Sonra büyüdüğünde 17 yaşındayken bir gün ona kızdığımda "sen hayatımda ne zaman yanımdaydın ki şimdi bana karışabiliyorsun!" dedi ağlayarak. Evet işim yüzünden ilk diş çıkarmasını göremedim ya da ilk dans gösterisini izleyemedim, birçok hastalığında yanında olamadım, hatta mezuniyetine izin istediğimde şirketim bana "ancak hastaneye düşerse ya da ölürse izin veririm" dedi. Bana kanunen verilen mazeret iznimi kullandırmadı, kullandırmayacak ve ben daha nice doğum günleri, düğünler, ölümler kaçıracağım kim bilir…
Evet yerin yedi kat altında madenlerde çalışmıyorum belki ama özel odamda misafirler ağırlayarak, milyarlar da almıyorum. İngilizce bilmediğimi iddia etmişsin, ben ana dilim gibi biliyorum da asil olay bu değil. Ben hiç kimsenin İngilizce bilmediği Japonya'nın bir köyünde kaybolduğumda tarzanca da olsa anlaşır bulurum yolumu. Doktorun bile İngilizce bilmediği Çin'de bir hastanede arkadaşımın safra kesesinin ağrıdığını, Endonezya'da bir sokak köşesinde İngilizcesi olmayan polise veririm yankesicinin eşgalini bir şekilde. Hemen hemen dünyanın her dilinde hoşgeldiniz ve güle güle diyebilirim elbet ama şimdi Türkçe anlattıklarımın anlaşıldığından emin değilim.
Yazılan yorumlarda bana "sen kimsin ki" diyenlere benim de sorma hakkım olmalı değil mi? Ben o uçakta senelerin verdiği soğukkanlılıkla her şartta yolcular için uğraşacak olan, gerektiğinde itfaiyeci, bomba uzmanı, polis, doktor, hemşire, ebe, izci, asker, cankurtaran, barmen, aşçı, garson, porter, o an neye ihtiyacin varsa ben oyum! Peki ya sen kimsin?
Bizde bir söz vardır: "havacılıkta kurallar kanla yazılır" diye çok da doğrudur. Her bir kural yaşanmış bir felaketin incelenmesiyle bir daha olmasın diye önlem almak için getirilmiştir. Uluslararası kanunlarca uymam gerekirken ben mesaimin tutmadığı uçuşlara zorlanıyorum şimdi. Gitmezsem işten atılırım ama gittiğimde o uçağa bir şey olursa, hele bir de sen vefat edersen ben kabinde adam öldürmekle yargılanır ve hapse düşerim ey yolcu. Hatta geriye dönük bir senelik tüm mesailerim incelenir sivil havacılıkça ve uymadığım bir kural tespit edilirse ölümümden sonra ne sigortadan ailem para alabilir, ne de ben emekli olabilirim eğer yaşıyorsam. Şimdi sana soruyorum ey yolcu, yaşamak mı iyi bu durumda ölmüş olmak mı? Ya da o uçuşa gidip işine sahip çıkmak mı, yoksa kurala uygun davranıp uçuşa gitmeyip işten atılmak mı? Cevabını bende bilmiyorum ama şunu biliyorum ki eğer bir gün kendini uçakta her yer duman içinde, maskeler dökülmüş, çığlık atarken bulursan "Bu işi bir milyara yapacak çok insan var!" dediğini hatırlamanı isterdim.
Benim arkadaşım Amsterdam'da uçağı düşüp, ayıldığında çimlerin üstünde bulunca kendini, koşup göçükteki delikten içeri girdi hemen, kurtarmak için seni, arkadaşlarını, ekibini. Yarim saat geçtiğinde kimse gelmemişken hala kurtarmaya, o kanattaki tonlarca yakıtın patlama ihtimalini bile bile arkadaşının kopan uzvunu arıyordu, belki dikerler diye. Evini çocuğunu aramak aklına bile gelmedi onun sen kurtarılmadan oradan.
Yanlış takılan bir vida bir uçağı düşürdü zamanında diye vidalar boylarına göre ayrılırken teknikte, şimdi adam yok diye uçaklar bile ayrılmıyor. Az para çok iş diye tutturunca şirketim, en eski ve tecrübeli iyi teknisyenlerimiz gitti ve yerlerine yeni mezun stajyerler geldi. Böyle oldu da ne oldu sana göre değil mi?
Sanıyorsun ki param artmadığı için ordaydım ben o gün, o yüzden işimden oldum; oysa ki ben o gün "grev hakkıma dokunma" diye bağırırken, benim şirketim Ankara'ya uçağı iki hostesle kaldırdı! Her kapıda bir kabin memuru olmazsa benim seni 90 saniyede çıkaramayacağımı bildiği halde. Ve hep beraber yanacağımızı bildiği halde o uçakta, bir diğer uçuş için kapı açmayı şöyle bir gösterip uçağı temizleyen işçileri koydu "hostes" diye. Ne senin canın umurundaydı şirketimin, ne de benim haklarım.
Ben yine ekmeğimi çıkarırım taştan bile olsa da, ancak merak ediyorum vakti geldiğinde o enkazdan kim çıkaracak seni?
Sevgili yolcu bütün bunları senin anlamamanı anlıyorum aslında, bu doğal da geliyor bana. Ama, beni yönetenlerin anlamaması çok koyuyor insana. Bir de beni onların önüne savunmasız atan ve sahipsiz bırakan sendikam var ya, onu hiç ama hiç anlayamıyorum…”