Ülkede hem hava sıcak hem de gündem sıcak. Çevremizde olup bitenden bunalmış biz sayın halk; etrafımızda dönen dolapların rüzgarı ile sersemlemiş durumdayız. Geçtiğimiz günlerde Airkule’nin iki değerli yazarı bu dolapların içinden iki önemli konuyu çıkarıp toplumun gündemine sundu. Sayın Prof. Dr. Muzaffer Çetingüç, dönemsel moda islami tarz ile ikbal derdinde olmanın etkili örneği “oruçlu uçma” konusunu, sevgili İbrahim Köktener de bir havayolu şirketinin “tombala” sistemi ile ancak böyle yönetilebileceğini yazdılar.
Yazılanlardan öğrendiklerimiz bizi hiç şaşırtmadı. Ülkenin getirildiği durumda bu tür olaylara şaşmak “abesle iştigal” etmek demektir. Kadercilikle yoğrulmuş para kazanma hırsı, muhterislerin elinde güçlüye yaranma içgüdüsüyle birleşince tehlikeli bir silaha dönüşüyor. Ama rol modelin kendisi başlı başına bir sorun olunca gerideki bir avuç düzgün insanın ses çıkarma olasılığı sıfırlanıyor. Taa ki, bir felaket gelene kadar.
Diyeceksiniz ki, “geliyor da n’oluyor?” Ama unutmamak gerek, yaz biter, sonbahar gelir, hatta arkası da kış’tır. Yine Muzaffer Hocanın diğer yazısında olduğu gibi, tüm dünyanın bilmem nereleri ile güldüğü rekorlara bakıp kendimizi teselli etmenin ne işimize yaradığı ortada. Dünya’nın en fazla noktaya uçan şirketinin “güvenlik” sıralamasında son 10 içinde olması ayıbından kurtulduğumuzda belki başarıdan bahsedebiliriz. Kuşkusuz böyle bir sonuç için yapılması gerekenlerin tersi davranışlardan kurtulunması gerekiyor. Ama şu ana kadar ne havayolu sorumlularından, ne de ulusal otoriteden böyle bir yaklaşım görmüş durumdayız.
Şimdi; oruçlu uçmanın faziletinden bahseden kaptan ile havayolu şirketlerini yönettiklerini sanan beceriksizlerin durumuna bakalım. Geri kalmış ülkelerin karakteristik sorunu “bürokrat mı sistemi berbat ediyor, yoksa sistem mi bürokratı berbat ediyor?” kavramı burada da karşımıza çıkıyor. Bizim gibi ülkelerde ikisi birden hem birbirlerini, hem de işleri berbat ediyorlar.
Bugün Dünya ölçeğinde “major” havayolu sayılabilecek THY’nin kokpit yönetim şemasına bakıldığında akla 17 kişiyle uçurulan eski Rus askeri uçakları geliyor. Yıllar önce American Airlines’ın Atlanta base’deki yönetim şemasını görmüştüm. Koca şirketi bir tane baş pilot idare ediyordu. Kuralları ve kontrol sistemi uluslararası anlaşmalarla tespit edilmiş sektörün ülkelere göre farklılık göstermesi ancak adam kayırma veya kendi adamını seçme gibi geri kalmışlık belirtileri ile açıklanabilir.
Bugüne kadar bir şirketin yönetim kurulu başkanının “pilotları daha iyi anlayabilmek” adına pilot olmak istediğini hiç duymadım. Havayolu yönetiminde görev alan kişinin ilk ve tek görevi, sorumlu olduğu birimi tanımı yapılmış kurallar içerisinde yönetmektir. Ama maalesef ülkemizde kendisine o makamı lutfeden patronun iki dudağının arasından başka yere bakmayanlar işleri karıştırdıkça karıştırmışlardır. İşin boyutu o hale gelmiştir ki; “Ne emrederseniz o olur efendim !” denilen patron kendini tek hakim görmüş ve kuralları çiğnemeyen yöneticilerden hesap sormaya başlayıp onları beceriksizlikle suçlamışlardır.
Askerlik ve uçuculuk yaşamının başından bu yana mecburen de olsa bir ya da iki hava tebabet yazısı okumuş ya da dinlemiş olduğundan emin olduğumuz kaptan, kullandığı uçağın kaynağı olan teknoloji ve bilimi inkar etmekte hiç bir mahsur görmemiştir. İyi ki, daha da ileri gidip “ilk uçağı müslümanlar yaptı” dememiş. Muzaffer Hocamın verdiği yanıttan sonrasını uzatmaya gerek yok. Ama dileğim, bir an önce ülkemin bu gibi safsatalara inanacak gençlerin sayısının çoğalmadan selamete çıkmasıdır.
Gözünü sevdiğim “örgütlülük” yani dernek ve sendika. Hangi konudan yola başlasak sonunda buraya geliyoruz. Eğer çalışanlar; düzgün, kaliteli ve cesur bir örgüte sahip olsalar ve onlar da örgütlerine sahip çıksalar işveren ve temsilcileri böyle “köpeksiz köyde değneksiz” dolaşabilirler mi? Asla, o zaman herkes hesabını kitabını ona göre yapıp uçağını, uçuşunu ve personelini baştan organize eder, dolayısıyla havayolu şirketi çadır kumpanyasına dönmez. Sonuç olarak; hem çalışan, hem de patron kazanır. Yolcu güvenliği ve şirket repütasyonu da cabası.
Duyduk ki, THY’de keyfi ve yönetmelikleri hiçe sayan tip değiştirme atamaları yapılıyormuş. Sendika da bu işe el atacakmış. Neyi nasıl takip edecekler ve yönetimin “ben işime karıştırmam” ilkesini nasıl aşacaklar merak konusu. Ayrıca, servisten kalkan A-340 uçaklarının şirket yöneticilerince istenmeyen bazı kaptanlarına emekli olmaları konusunda baskı yapılıyormuş.
Bir iş yerinde özellikle bir havayolu işletmesinde bu tür uygulamaların nasıl bir moral kaotizmi yaratacağını hesaplamadan “ben ne istersem onu yaparım” diye tavır sergileyen yöneticilerin umurunda olmayan olası kötü sonuçlara çalışanların karşı çıkması gerekir. Sonuçta söz konusu olan onların mesleği ve can güvenlikleridir. Bunun için de hep sözünü ettiğimiz o örgütlülük gerekir. Zaten uyandığı her yeni güne “benim hakkım çiğneniyor, birileri benim önüme geçiyor” gibi bir sürü vesvese ile başlayan pilotlar, bir de bu hesapsız kitapsız büyüme ile tam bir krize dönen yabancı yerli ayırımı nedeniyle son derece moralsiz ve isteksiz insanlar haline geliyorlar. Önünü göremeyen gençlerin, yarınından emin olamayan yaşlıların doldurduğu bir havayolu işletmesinden hayır gelmez.
Yazıyı bitirmeye yakın aklıma yıllardır dinlediğim bir martaval geldi. Bizim zamanımızda “şirketimizi çok seviyoruz, para vermeseler de uçarız” geyiği ile “kendi şirketimiz gibi gidip geliyoruz” saflığı vardı. Bu, üçüncü dünya insanı söyleminin ne yazık ki bugün de geçerli olduğuna tanık oluyoruz. Oysa, yönetici ehil olsa; bunu söyleyenin kulağını çekip onu profesyonelce davranmaya davet eder. İşte o zaman işler düzgün yürür ve çürükler ayıklanır.