Gezi olayları, ülkemizin güneyinde olanlar derken yaz sıcağının tüm ağırlığı ile epey zamandır kendi gündemimizden kopup tembelleştik. Ama bir süredir tekrar başlayan Hava- İş sendikası mesaj bombardımanı ve Hamdi Topçu’nun bu hamlelere, karşı saldırılar ile yanıt verme çabaları çoğumuzun tekrar konuya odaklanmasını sağladı.
Hava-İş sendikasının yasalar ile dansı ve arka arkaya kazandıkları davalar bana geçmişi anımsattı. Eski yazılarıma baktım, 2011 yılının Eylül ayında “Hava-İş Hukuk Bürosu” başlıklı bir yazımı buldum. Durum bugüne çok benziyor. THY işvereni devletin tüm gücünü arkasına almış ne hak tanıyor, ne de hukuk. Sendika da yasaları iyi bilip kullanan uzmanları eliyle habire dava açıp kazanıyor. Sendika yöneticileri yaptıkları hukuk mücadelesini üyelerine sendikal başarı gibi göstermeye çalışırken, işveren her türlü ihlalle hem sendika ile hem de çalışanları ile dalga geçiyor. Ha, bu arada “hukuk devletine ne oldu?” diye merak ediyorsanız, geçmiş olsun o cenaze kalkalı çok oldu.
Şimdi soruyoruz; sendikanın peşpeşe kazandığı davalar ne işe yarıyor?
Çalışanların ücretleri mi artıyor, uçucuların uçuş görev ve dinlenme sürelerinde bir iyileşme mi oluyor, insanlar planlanan izinlerini mi kullanabiliyorlar kısaca bu kazanılmış davalar sendikanın üyelerine ne avantaj sağlıyor?
Yanıt koskocaman bir sıfır…
Sadece “elimden başka ne gelir” diyerek kokuşmuş sistemden nemalanan bazı kişilerin, sendikal anlamda adından başka hiç bir şeyi kalmamış içi boş ve ruhsuz binaya yapışmalarından ibaret bir yozlaşma sürecidir yaşanan.
Peki bu sürecin tek sorumlusu mevcut sendika yönetimi midir? Üye nerededir, gerçekten herkes mutlu mudur, kimsenin sendikaya gereksinimi yok mudur, işler çalışanlar için tıkırında mıdır, mevcut yönetim hatalıysa ve başarısız olup üyesinin nezdinde desteğini yitirmişse bile bundan sonra sendikaya gerek yok diye mi düşünülmektedir? Eğer öyle değilse, üye sendika yönetimine rağmen ayağa kalkmalı ve örgütüne sahip çıkmalıdır. Çalışanın emeğini ve üretim gücünü kullanmasından başka çıkar yolu yoktur.
En zor koşullarda üretim yapan ve hizmet sektörünün en alengirli iş kollarını içinde barındıran bu yapı sendikasız olmaz. Adamı doğduğuna pişman ederler. O yüzden çalışanların; asla “sendikayı beğenmiyorum ve yaptıklarını onaylamıyorum” diyerek bir kenara pısma hakları yoktur. Eğer böyle bir tavır içine girerlerse sonunda ödeyecekleri bedel çok ağır olur. Geçmiş de de “hadi canım sen de, işveren bize muhtaç, ben işime bakarım o da paramı öder” diye bu mücadeleyi sulandırmaya çalışan dangalaklar oldu. Ama işverenden ilk kazığı bu işbirlikçiler yedi. “Bu şirket bizim, şirketimize sahip çıkıyoruz” gibi şark kafalı söylemler hem profesyonelliğin önünü tıkadı, hem de koşulların çalışan aleyhine gelişmesine neden oldu. Ha ille de birisinin “biz bir aile şirketi gibiyiz“ diye bir laf etmesi gerekiyorsa bu kişi Hamdi Topçu’dan başkası olamaz. Zira sanal medyada dolaşan haberlere göre; muhterem kendi akrabalarından 47 kişiyi THY’de işe yerleştirmiş.
THY tarih yazmaya devam ediyor. Geçenlerde yine bir ödül aldılar. İyi ki aldılar, bu sayede uzun zamandır ortalıkta görülmeyen THY’nin ödüllerden sorumlu Genel Müdürü Temel Kotil’in yüzünü gördük. Ve böylece grev’deyken ödül alan ilk havayolu olarak tarihe geçtiler. Bu arada bence en büyük ödülü Temel Bey hakediyor. Çünkü hiç kimse böyle bir şirketi 10 senedir tek bir cümle ile idare edemez: “HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK…” Uçak alınıyor “her şey çok güzel olacak”, sefer açılıyor “her şey çok güzel olacak, kaza oluyor yine aynı laf “her şey çok güzel olacak.”
Öte yandan anımsarsanız gezi olaylarının hemen öncesinde Hamdi Topçu kanal kanal gezip kamuoyunu kendi açısından aydınlatmaya çalışyordu. Birkaç programını izledim ve hayret ettim. İnsan 10 yılı aşkın bir süredir o makamı işgal eder de yönettiği şirketin ürettiği işten bu denli habersiz ve bilgisiz olabilir miydi? Ağızdan dolma bilgilerle çanak sorulara habire sallayarak dinleyenleri değil de, olsa olsa yalnızca kendini tatmin etti. Hele dolaylı olarak “uçuş emniyeti”ni ilgilendiren konularda “revizyon” diye salladıkları, konuyu bilenleri çok güldürdü. Demek ki, ara ara toplandıklarında eski yöneticiler sendika dersini iyi anlatamamışlar. Halbuki Yusuf Bolayırlı bu işi iyi bilirdi ama belki de o iyi anlattığı halde Hamdi Bey anlayamadı.
Şimdi bu yöneticiler karşısında bile üyesine hakim olamayan sendika yönetimine yapacak tek şey kalıyor. Yeni ve dinamik bir yapının önünü açmak.
Gezi olayları esnasında ve hatta şu an bile ileri demokrasi ve özgürlükler adına sergilediği tavır ve söylemleri ile taraflı tarafsız milyonlarca kişinin kanını donduran Başbakan’ın içinde bulunduğu hali açıklama adına birçok bilimsel tanımlamalar öngörülmüştü. Bunlardan bir tanesi; Dublin’deki Trinity College’de öğretim üyesi olan psikolog Prof. Ian Robertson’un WordPress’te yayımlanan “Türkiye Başbakanı Erdoğan 10 yıllık bir hastalığın etkisi altında mı?” adlı makalesi. Okuyanlar anımsayacaktır; uzun süreli ve özellikle başarılı iktidar dönemlerinden sonra kişinin beyninde oluşan nörolojik tahribatlardan ve bunun yan etkilerinden söz ediliyor. İkinci ise İngiltere eski Dışişleri Bakanı Lord Dawid Owen’ın iktidarda uzun süreli kalan liderlerin beyinlerinde ortaya çıkan kişilik bozukluğuna işaret eden Hubris (kibir) Sendromu. Arzu edenler bu sendromun yan etkilerini okuyup öğrenebilir ve kimleri anımsattığını bulabilirler.
Eğer uzun süreli iktidarlar 10 yılda insanlarda bu tahribatları yapıyorsa, Hava-İş sendikasının başında 20 yılı aşkındır iktidar olan arkadaşımızın durumu acep nedir?