Sendikal sorunlar ve Hava-İş üzerine yazmaya hazırlanıyordum ki, İstanbul Mecidiyeköy’de Torunlar İnşaat şantiyesinde 10 işçinin ölümüyle sonuçlanan olayı, daha doğrusu katliamı duydum. Artık hiçbir biçimde hesabı sorulmayan, toplum nezdinde de kanıksanan iş cinayetlerine bir yenisi eklenmişti. Bu gerçek, olayın ardından en yetkili ağızlardan yapılan açıklamalardan da kolayca anlaşılıyordu. Kimi ölenlere “şehit”, kimisi de “arkalarından bir Fatiha okumak gerekir” dedi. Duyarlılık gösterip olay yerine gidenler, tepki verenler de polis saldırısıyla karşılaştı. Yani ülkemizde meydana gelen bir iş cinayetinden sonra rahatlıkla tahmin edilecek bir tablo!.. Zaten bu tablo, Türkiye’nin işçi ölümlerinde neden “dünya lideri” olduğunu da kanıtlamıyor mu? Her ne kadar umutsuzluk, karamsarlık çökse de, biz yine doğru bildiklerimizi yazmaya, söylemeye devam edeceğiz... Üç kuruş ekmek parası uğruna yaşamını yitiren işçilere Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı dileriz. Bu katliamların hesabının sorulduğu bir düzen kurulana kadar mücadele etmenin doğruluğundan kuşkumuz yok…
Gelelim konumuz olan sendikal sorunlara… Geçenlerde Aydınlık Gazetesi’nde yazısını okuduğum Yıldırım Koç şöyle diyordu: Türkiye'de sendikacılara karşı karşıya bulundukları sorunları sorsanız, büyük çoğunluğu size kanunlardan şikayet edecektir. Türkiye'deki çalışma mevzuatının sendikal hak ve özgürlükleri ne kadar kısıtladığından yakınacaktır. Oysa Koç’a göre “Türkiye'de sendikal hak ve özgürlükler, bunları bilen, kullanma cesaretini gösteren ve kağıt üzerindeki hakları hayata geçirmek için kararlı bir biçimde sabırla mücadele edenler için son derece geniştir”. Yıldırım Koç bu görüşüne dayanak olarak Anayasanın 90. maddesine eklenen bölümle, onaylanmış uluslararası sözleşmelerin doğrudan uygulanırlık kazanmasını gösteriyor. Bu bölüm ise şöyle: "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır."
Gerçekten Yıldırım Koç’un belirttiği gibi, sendikacılar ezberlerini bozsa, sendikacılığı lacivert takımlar giyerek masalarda uzlaşma olarak anlamasa ve hükümetten korkmasa, sabırlı ve kararlı bir mücadele verilebilir mi? Bence de bu mümkün… Ancak sendikacıların ortaya koyduğu örnekler, bunun gerçekleşmesinin ne denli zor olduğunu gösteriyor ne yazık ki!
Buradan sözü Hava-İş’e getireceğim. Daha önce yazdığım bir yazıda, Hava-İş yönetiminin, çalışanların sorunları yerine daha çok sosyal paylaşım mecralarında göreceğimiz tarzda faaliyetlerle gündeme geldiğine dikkat çekmiştim. Bu konuda görüştüğüm bazı arkadaşlar ise “sendika yönetiminin zaten asıl faaliyet alanında gayret göstermesinin mümkün olamayacağını çünkü çok daha başka sorunlarla uğraştıklarını” iddia ettiler. Bana anlatılan iddialara göre durum pek de iç açıcı değil. Şöyle ki; problemlerin önemli bölümünü geçmiş yönetimden kaynaklandığı ileri sürülen maddi sorunlar oluşturuyor. Örneğin grev sürecinde yapılan yüksek tutardaki harcamalardan söz ediliyor. İddiaya göre, bu süreçte sadece iletişim gideri olarak (kontör harcamaları) harcanan 400 bin Lira gibi bir para söz konusu… Buna benzer başka iddialar da art arda sıralanıyor. Bunlardan birisi yine grev döneminde işçilere dağıtılan kumanyaların maliyetiyle ilgili… Kumanyaları Hava-İş’e destek amaçlı gönderen diğer sendikaların, şimdi bunun bedelini sendikanın yeni yönetiminden tahsil etmek istediği iddia ediliyor. Öte yandan maddi sorunların had safhaya ulaşması nedeniyle mevcut sendika yönetiminin, Hava-İş’in genel merkez olarak kullandığı taşınmazları dahi satışa çıkaracağı konuşuluyor. Bu sorunların, Hava-İş yöneticileri arasında da anlaşmazlıklara yol açtığı öne sürülüyor.
Bunlar havacılık camiasında kulaktan kulağa dolaşan iddialar… İşin özü, finansal sıkıntılarla başa çıkmaya çalışan Hava-İş yönetimi kendi derdine düşmüş. İşçi sorunlarına yönelmekse başka bahara kalmış.
Aydınlık günler dileğiyle…