Doğru söylemek gerekirse, başlık oldukça iddialı. Bizimki gibi mütevazı bir sitede benim gibi yazmaya uğraşan birinin atması gereken başlık, “Ben nasıl yazmaya başladım?” olmalıydı. Ama başlık olarak pek şık kaçmadığı için böyle oldu. Benim gibilerin köşe yazma öyküleri de tam ülkemize yakışan bir gariplikte. Bugün Sevgili İbrahim Köktener’in 9. Yılına basan ‘airkule’ ve yazarları hakkındaki yazısını okuduğumda, zihnimde o günlere hızlı bir yolculuk yaptım. Havacılık sektörü, uluslararası sermaye ve dayatmacı kapitalizmin kaktırması ile paldır küldür koşuyor, öte yandan ülkemizdeki havacılık sendikası da üyeleri adına tarihinin en başarılı işlevini yerine getiriyordu.
Hesabı tutulamayan bir büyüme hızında yapılan uçak alımı ve uçuş ağının genişlemesi, çalışanlarına ilave iş yükü bindirdikçe bünyesinde benim de yıllarca gururla toplum için çalıştığım sendika, bu emek-sermaye çatışmasında bir yandan üyelerinin maddi kazançlarını artırmaya çalışıyor, diğer yandan da insanca çalışma koşullarının sağlanması için işi yokuşa sürdükçe sürüyordu.
2002 yılında kendinin de beklemediği bir biçimde iktidara gelen AKP, 2003 yılı başında kucağında bulduğu Kamu Toplu Sözleşmelerini en acemi kadrolarıyla imzalamak zorunda kaldı. Gerçi kadrolar oldukça deneyimsiz ve acemi idiler ama “kafamı bozmayın, dışarda 5 milyon işsiz var, sizi atar onları alırım” diyerek daha iktidarının ilk günlerinde işçi ve emek karşıtı olduğunu kanıtlayan Tayyip Erdoğan gibi bir başbakan vardı. Buna rağmen özellikle Hava-İş, o yıl yaptığı sözleşme ile bugünlerin kazanımlarının temelini atmış oluyordu. Bu arada şunu belirtmem gerekir ki, maalesef THY çalışanlarının büyük bir bölümü, sendikalarını anlayamamış, onun hakkını verememiş ve ahmak bir tavırla ceplerine gireni işverenin bir lütfu olarak görmüşlerdir.
Konumuza dönersek; kuşkusuz yönetimin bu acemiliğinin kısa sürede geçtiğini ve geçmişten kaynaklanan bu hınçla birlikte bırakın yeni kazanımların önünü açmayı, hakedilmişleri bile tırpanlamaya kalktığını görmekteyiz. Eh! Buna da hakkı ve gücü vardı. İktidarın tam desteği arkasında ve yalaka çalışanların biatkar tasvipleri de ceplerinde idi.
Sonuç olarak; grev oylamaları, iş yavaşlatmalar, komisyon toplantıları, toplu sözleşmeler vs. vs. derken, birilerinin konuşması gerekiyordu. Konuşup hem çalışanları, hem de ilgilenen basın mensuplarını gerçekler konusunda aydınlatmak gerekiyordu. Ayrıca bu arada meydana gelen olumsuzluklar, rötarlar ve kaza gibi durumlarda medyanın ilgisi daha da artıyordu. Peki, kim konuşacaktı? Medya daha çok ekranda ve mikrofon arkasında kimi görmek istiyordu? Asıl sorun buydu. Zira, toplumun ilgisini çeken bir olayda koşa koşa TALPA’nın kapısına yığılan basın mensupları sanki tarihi açıklamalar yapılacağı hissi veren hazırlık ve tavırlardan sonra kısaca yapılmış kuru bir “herşey karakutunun açılmasıyla belli olacak” açıklamasıyla kös kös geri dönüyorlardı. Kuşkusuz bununla yetinmeyecekler ve akşam ekranlarına çenesi düşmüş bir kaç emekli pilotu ya da kerameti kendinden menkul havacılık uzmanlarını çıkarıp mevzuyu iyice içinden çıkılmaz hale getireceklerdi. Geriye bir tek sendika kalıyor ve gerçektende işi bilenlerin hazırladığı bildirileri basına aktaran sendika yetkilileri kamuoyuna oldukça doyurucu açıklamalar yapıyorlardı.
Ama ne var ki, bu yetmiyordu. Sonuçta sendika zaten muhalefeti temsil ediyordu. Keşke, konuşması için halihazırda çalışan birileri olsaydı. Yorgun olup olmadıklarını onlar söyleseydi, uçakların bakımının yapılıp yapılmadığını bir teknik elemandan öğrenselerdi derken; hani “körün istediği bir göz, allah verdi iki göz” derler ya! İşte tam o oldu. Doğrucu, ilkelerinden asla taviz vermeyen ve cesur bir adam çıktı başladı konuşmaya. THY Kaptan Pilotlarından Bahadır Altan. Anlattıkça anlatıyor, her konuda herkesi sansürsüz aydınlatıyordu. Öyle ki, onun bu tavrından sendika yönetimi bile rahatsız olmaya başladı. Daha evvel başına iş gelip bu yüzden THY’den çıkarılan ben, ne yapacağımı, bu adamı nasıl koruyacağımı bilemez haldeydim. Zira toplumsal mücadelede bu işyerindeki meslektaşları için en gerekli insanlardan biriydi, onun kaybı ile toplum çok şey kaybedecekti.
O hikayenin gerisi başka zamana, Bahadır’ı yakalamaya çalışırken o beni kendi yatağına çekti. Basın mensuplarının, medyanın biri bırakıp öbürü aramaya başladı. Dilimizin döndüğü, aklımızın erdiği kadar herkese cevap vermeye çalışıyorduk. En çok garibime giden “isminizi kullanabilir miyiz?” sorusuydu. Ama adamlar haklıydı. Hiç kimse konuşmayı kabul etmiyor, konuşsalar bile isimlerinin gizli kalmasını istiyorlardı. Ülkemizdeki ifade özgürlüğünün ve ileri demokrasinin en bariz göstergesiydi.
En çok arayan ve bilgi isteyen de, Airkule’den İbrahim Köktener’di. Ona istediklerini verdikten sonra defalarca “sakın şöyle yazmayın, yanlış anlama gelir”, “sakın böyle demeyin, ters anlaşılır” tembih ederdim. Son derece dikkatli ve titiz yılların gazetecisi Köktener, bu halimden sıkılmış olmalı ki, birgün; “ağabey, o zaman sen kendin yaz” deyiverdi. İşte, ben böyle yazar oldum.
Oldum da ne oldum? Buna okuyanlarımız karar verir. Bunca yıl elimden geldiğince toplumun bilmesinde yarar olduğuna inandığım eski ve yeni olayları onlara aktarmaya çalıştım. Dediğim gibi sonuçları nasıl olduysa olsun, böylesine ilkeli ve erdemli bir yayın kurumunda birbirlerinden değerli kişilerle birlikte olmanın gurur ve mutluluğu bana yeter.