Gazetecilikte “havacılık”la tanıştığım yıl 1989… Aslında deneyimli bir polis muhabiriyken, Sabah Gazetesinde rahmetli Yalçın Ağabeyin (Özmen) isteğiyle “havalimanı muhabiri” oluvermiştim.
Atatürk Havalimanı’nda göreve başladığımda, o dönemde Güneş Gazetesi muhabiri sevgili arkadaşım Faruk Ölçücü sayesinde pırlanta yürekli bir dost, Rauf Gerz’i tanıdım. Bugün Onur Air’in Pazarlama ve Kurumsal İletişim Başkanı Rauf Gerz, o tarihte Günaydın Gazetesi muhabiriydi. İşte o günden sonrasını Rauf’un cümleleriyle okuyacaksınız da, ben size kısa zaman öncesinden söz etmek isterim… Rauf’un kalemi kuvvetlidir. Aksi Dergisinde sivil havacılığın efsane genel müdürü Kayıhan Kabadayı’yı ve rahmetli gazeteci ağabeyimiz Sinan Toros’u anlattığı yazıları beni çok etkilemişti. İki sıra dışı insanın bu denli güzel anlatıldığı enfes yazıları Airkule’de sizlerle paylaşmıştık. Ancak Rauf bu kez sürprizi bana yaptı ve onun köşesinde konuk olmanın onurunu yaşattı.
Her ne kadar okurken benim gibi duygu seline kapılıp salya sümük olmayacağınızı tahmin etsem de, Rauf’un kaleminin gücüyle, dostluğun en içten anlatımının, gönül telinizi titreteceğinden eminim… İyi ki varsın Rauf…
İBO
Musallada gözün yaşlı bağırırsın duyuracakmış gibi; “İyi bilirdim”
Ve hatta hakların için; “Helal olsun!”
Bu hayatta gözünün içine bakarak söylenmez bunlar. Ölmek mi gerekir ille?
Aynı işi yapacaksın ama kimsenin egosu kimseyi örtmeyecek.
Hatta rakip olacaksın ama buna rağmen o seni kollayacak sen onu.
Ortak mal alacaksın, tapuya kim giderse üzerinde onun ismi yazacak.
Borç almış, vermiş olacaksın; üstelik de istemeden verilmiş, istenmeden vermiş olacaksın. Vadesi belli olmayacak, buna rağmen kimse kimseye “Ne zaman ödersin?” diye sormayacak. Hem de ihtiyaç varken.
Dayak yemeye dalacaksın 20 kişiye, sorgusuz arkandan gelecek. Sırt sırta dövüşeceksin..
Beraber sarhoş olacak, masaya vura vura dibine kadar tartışacak ama tüm kontrolsüzlüğe rağmen milim kalp kırılmayacak.
Çat kapı sevgilinle yokluktan hem yemeğe hem yatıya gideceksin haftada üç gün, “Yarın da gel” diyecekler en içten gülümsemeyle sabah uğurlarken. Ve bileceksin ki arkandan kimse yüzünü buruşturmayacak.
Hayat savuracak seni beş on sene bir yerlere, sonra kaldığın yerden santim eksilmeden devam edeceksin.
Al bir kağıt kalem, isimleri yazarak düşün. Bak bakalım var mı hayatında?
Günaydın gazetesinin havalimanı muhabiriyken tanıdım onu. Sanırım 1989 olsa gerek. Sabah gazetesinin muhabiri, bir nevi rakibimdi. Ben nispeten muhafazakar, o bilinçli bir solcu. Ben alkolü henüz kolonya sanıyorum, o rakının kitabını yazmakla meşgul. Ben alaylıyım, o mektepli. Bu tezatlıklara rağmen çok kısa sürdü dost olmamız. Ortamın kuralı herkesi atlatıp özel haber yapmak. Buna rağmen gazetenin çakmayacağı şekilde gizli ittifak halindeyiz. 20’lerin ortalarındayız ama racona istinaden ikimizin de adı “Moruk”.
O yıllarda adam gibi kavga edilir, dayak yenir, bıçak silah çıkmazdı. Gözlüklü adama kafa atılmaz, yere düşene vurulmazdı. Esasen bir kişiye iki kişi de dalınmazdı ama alemden bi-haber kalabalık bir grupla havalimanı çıkışında başlayan ağız dalaşı, ağır bir küfürü yutmaktansa adam gibi dayağımızı yeme kararlılığıyla eyleme döndü. Vurmak için sıraya girseler akşamı bulacak kalabalığın bilinçsizliğinden yumak olduk haliyle. O, aradan gelip benim etrafımdan bir tane alıp arabanın öbür tarafında ayıklıyor, işi bitince gelip bir tane daha alıyor. Kalanlar da benim. Polisler gelip araya girdiğinde bizim açımızdan yakası esnemiş bir tişörte karşılık öbür taraf için kavganın kırmızı ağırlıklı gayet renkli geçtiğini söylemek mümkündü. Bindik gittik, olan tişörte oldu.
Bir sabah eşi aradı ağlayarak. Bizimki sabaha karşı alemden sarhoş dönerken direksiyonda uyumuş. Refüje patlattığı şahinin direksiyon bunun göğsünden sekip tavana dayanmış. Çok zaman önce aldığım borcun birikmişini tedbiren bankadan çekip öyle uçtum hastaneye. Vardığımda eşi hariç aile henüz yetişememiş. Endişeli doktorun akraba sanarak yönelttiği soru akıllara zarar: “Bazı organları göremiyoruz, MR çekmek gerek. Onaylıyor musunuz?” O yıllarda MR parasına tatile gidilebiliyor tabi, doktor da haklı. Sonuç; bizimkinin doğuştan bir böbreği yok. Yarı baygın bu duruma geveleyerek verdiği cevap “Hay amk, haybeye askerlik yapmışız”
O serserileri sever, ben güya ağır başlıyım. Netice; onun seçtiği herkes orta vadede benim de kanka. Uzmanlığı şişede olduğu gibi adamın da dibini bulmak.
Bunun façayı lüks bir otelde sahte rakıyla çizdiler. Benim 35’likten 50’liğe terfi ettiğim yıllarda bizimki traş limonlu sodaya döndü. Sigaradan, afili ince kağıt boş sarmaya geçtiğimde ben, bu tuttu tütünü bıraktı. Yine de tek damla içmemesine rağmen aylık meyhane masrafı bize yakın. Aykırı adam işte.
Saatler süren; hayatımızın isyan sırları, hayaller ve hatta ütopya sohbetleri, munis birer olgun adam tevekkülüyle son bulmada her seferinde. Amaaan, maksat muhabbet olsun.
Yelpaze geniş. Üzerine iki dakika konuşmaya değmeyen bir geri zekalının zevzekliğiyle gece de geçer, “Beth Hart seksi mi değil mi?” temasıyla sabah da olur. Atatürk’ün tek sözünü ameliyat ettiğimiz hafta sonları da olmuştur, Mark Knophler’in Santana’dan daha iyi çalmasını parmağının uzunluğuna bağladığımız anlar da. Ona kalsa Santana daha iyi ya... Neyse.
Masanın çapraz ucundan göz göze gelmeden kimin kime ayar olduğu da anlaşılır, hesabın nasıl bölüşülüp kime ödetilmeyeceği de paylaşılır.
Neticede arkadaş çevresinin İbo’su; benim için namı-ı diğer Moruk, asıl ismiyle İbrahim Köktener muhtemelen bu yazıdan sonra elini nereye koyacağını bilemeyecektir ama bana ne.
Moruk!
Birimizin ölmesi gerekmiyor ya amk. Hadi bi rakı soda yapalım bu hafta sonu.