Türk Hava Yolları'nın tarihi bir bakıma genel müdürgiller tarihi gibi…
Ben Agasi Şen Paşa ile başladım. Çaylaktım, o dönemi yine en iyi Meral Döşemeciler anlatır herhalde. 1974 yılından 1978’e, Selahattin Babüroğlu genel müdür olana kadar bizler sanki ordudaymış gibi mutlak itaat, “aman softtur da, kaptandır, babadır, döver de sever de, aileyiz işte” ilkeleriyle yönetildik. Nerdeyse tüm yöneticiler paşa, Hava Kuvvetleri kökenli ve de ah o talimatlar… Hani hiçbiri TSK’yı aratmaz. İş kanunuymuş falan hak getire… Zaten o günlerde soft power bir Erdoğan Balcı sendikacılığı var ve Hava-İş arabuluculuk görevi üstlenmekten başka işe yaramıyor. Ne kadar da 2014’lere benziyor değil mi? “Softtur, babadur, döver de sever de bizim rejim, siz paralarınıza bakın uşaklar… Tarihin çarkı bir ileri, bir geri dönüp durup aynı yere geliyor galiba. Şimdi, genç THY’lilere “çalışın sizin de sendika gibi sendikanız olsun” desem yeridir. Biz sendikamızı yapılandırmak için çok uğraşmıştık.
Bu taş kafa rejimlerin yönetimleri, kendilerine özgü disiplinleri kakalamaya çalıştıkça, bu insan özlü işler hep sarpa sarar. Gerçeklikle arasına mesafe koymuş taşeron yöneticilerin keyfi takıntılarıyla çıngar çıkar. Çalışanlar ezilir, kabin amirleri soft power timleri gibi sorunları gidermeye, arayı bulmaya çalışır. Ancak, ataerkil otoritenin ağırlığını her alanda hissetseniz, itiraz edip fikir üretemeseniz de, çok çalışıp düzenin suyuna gittiğinizde bu babayani ailenin kanatları altında uçarsınız işte bir şekilde… THY’li, Urfalı Gürcü Bacıya inanır gibi sendikaya değil derneklere inanmış ve her bir dernek aslında yönetimin arzularını pekiştirmeye çalışıyor. Eh iyi de para kazanılmaktadır. İyi de yaşanıyor, sus ve katlan birader, biz derneklere isteklerinizi iletir işte arayı buluruz.
2014’lerin uçak teknolojisi o yıllarda olsaydı, Türk Hava Yolları çalışanları olağanüstü yaratıcılıklarıyla Mars’a sefer yaparlardı. Uçaklar dökülüyordu. Hangisinin ne arızası var isim isim bilir, uyarırdık. “ Sakın AF’a binmeyin geçen gün hidrolik parçası bulamadılar.”, “Dün Charlie Romeo’nun havalandırması bozuktu. Maskeler düşerse şaşırmayın.” İthal ikamesi yılları… Türkiye ambargo altında ve piyasada hiçbir şey bulunmuyor. Boeing 707’lerin tazyik kaçıran kapılarına yastık tıkar, yolcu sese uyanmasın diye ıslak mendil basardık. Zombileşip dağ gibi yemek kutularının üzerine tırmanır, gülle gibi trolleyleri açarken kola kasalarının üzerlerine devrilirdik. Yanlış duymadınız, cam şişelerden oluşan ahşap kola kasaları. Küme küme uçağa yüklenir ve uçuşta hepsi tek tek açılarak sürahilere doldurulur. Hepsi daha yerdeyken hazırlanmalı, troleyleri elle korumaya alarak kalkmalısınız ki, servis yetişsin.
DC 9’un taze kabin amirleri çok çalışkan olur ya; bir gün, bir kabin amiri erkek arkadaşı önde yolcusu olacak diye pür makyaj, postijlerini, tırnaklarını takmış ama hiçbir şey aksamasın istiyor. 2 ve 3 numaralı hosteslere “Biriniz öne biriniz arkaya. Servisi ben yerde hazırlarım” diyor ve arka galley’in altına yerleşip kasalardaki kola şişelerini bir bir açarak troleyi yerleştirmeye başlıyor. Uçak hareket edince çıkacak da oradan, ne mümkün... Uçak taksiye geçince dolap kapısı üzerine kapaklanıyor ve havalanmaya başladığında troleydeki tüm kolalar içeride üstüne devriliyor. İki metre kare yerde kısılıp kalıyor. Düz uçuşa geçiliyor. 2, 3 numaralı hostesler basınçtan şişmiş kapıyı açıyorlar ama bir de onlara sorun. Amirin peruğu kaymış, üstü başı kola içinde, batmış. Kızlar ona kıyamayıp mucizevi bir şekilde iki kişi ful uçağın servisini yetiştiriyorlar. Kocakarı hikayeleri gibi oldu değil mi? Bir yaman çelişki var elbet. Şimdilerde otobüs hostesliğine eşitlenen bu hala taze mesleğin öncüleri, bu parya bacılar, çok şık, ekstra bakımlı, hep tarütaze de olmak zorundalar. O günlerde öyle internetmiş, tv’miş, milyar dolarlık reklam organizasyonları falan olmadığı için şirketin baş reklam nesneleri sayılmaktalar.
Eksik kalsın deyip kendine gelen kabin amiri “lahavle vela kuvvete” çekiyor. İkinci bacağa hazırlanıyorlar ki baş belası Ankara’dan İstanbul’a gidecekler. Öbek öbek siyasiler, birbirinden yaltak yandaş personel ve her şey tamam olmasına rağmen illa ki de bir şey çıkar ya, bu sefer de Bakan bekleniyor.
Namlı Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı, tam da skandalları ayyuka çıkmış, ön kapıdan buyuracak, kalkış saati gelmiş, yok… “Aman oyalayın” diyorlar yerden… 2 numaralı hostes teknisyeni kolaçan ediyor ve işareti aldı zannedip “teknik nedenlerle birkaç dakika bekleyeceğiz” diyor ama teknisyen zıp diye ön kapıda. “Sen nasıl teknik arıza dersin, bir şey yok.” “Haklısın şeker de ne diyelim, hava durumu desen memleket günlük güneşlik.” Kahraman ya seninki, “Bakan bekliyoruz desene” diyor, zaten bir saat takmışız.
Tuncay Mataracı nasılsa o anda ufukta tek başına uçağa teşrif etmiyor mu ! Teknisyene “hadi arkadan in bari” diyoruz ve o da tez elden söylediklerine pişman oluyor zira… Bakanın uçağın kapısından içeri girdiğini gören yolcular birden bire ayaklanıyorlar ki, aynen bir linç operasyonu… Zavallı kabin amiriyle teknisyen arada kalmış, yolcularla yumruk yumruğa, Mataracı yerlere devriliyor, onlar da üstüne. Kabin amiri ceketini bir yolcunun elinden kurtarmaya çalışırken olan yine peruğa oluyor. Peruk bu defa Mataracı’nın kucağında. Hala biraz yapış yapış ya Mataracı bir yandan yumrukları savuşturmaya çalışırken bir yandan peruğu adamların ağzına sokuyor. Salyalar ve biraz da kan saçılıyor hani eksik kalmasın…
Gerçeküstü bir Vinci tablosu gibi değil mi? Hani günümüz TBMM oturumlarına bakınca o günlerin paralel evrenine mi geçtik acaba demekten kendimi alamıyorum. Öyle ya, o gün polisler falan uçağa geliyor ama hiç bir şeycikler olmuyor. Hemşeri olmak hasebiyle azıcık itişmişler o kadar, örtbas ediliyor. Öpüşüp barışıvermişler. Zaten geç kaldık, basalım gidelim.
Peruk üstünden buldozer geçmiş bir kedi gibi kapının kolunda sallanıyor. Kabin Amiri, “bu iş burada bitti, ben istifa ediyorum” diyor. Zaten evlenecek, nişanlısı kaçmasın böyle THY saçmalarını kovalarken ve zaten evlenmek hosteslere yasak, mecbur işi bırakacak.
O günlerde kaç kabin amiri, kaç hostes böyle havlu atmıştır?
Sayısız…